Açıkeleştiri yazılarıma, Türkiye sanat ortamının en önemli etkinliği sayılan 7. Istanbul Bienali ile başlamam, hızlı tüketime yatkınlara, “geçmiş olan geçmişte kalır, yarın ne var” düşüncesinde olanlara yavan gelebilir. Ne ki, Türkiye’de “geçmiş”in günümüzü nasıl etkilediği “Salkım Hanımın Taneleri” filmi üstünde dönen fırtınalar gösterdi. Bir de bu geçmiş sanat aracılığıyla gündeme getiriliyorsa, vay geldi sanatçının başına... Bu konuyu Istanbul Bienali’ne şöyle bağlıyorum: “Salkım Hanımın Taneleri” gibi, koyu bir toplumsal travmayı, kıyısından köşesinden ele alan bir filmin “vatan hainliği” ile eşdeğer tutulduğu bir ülkede, bir bienal nasıl olur ya da nasıl yapılmalıdır?Ben konuyu, basında hiç gündeme gelmeyen, ama önemli konuşmaların yapıldığı Bienal açıkoturumlarına değinerek ele alacağım.7. Istanbul Bienali dolayısıyla düzenlenen açıkoturumlarda küratör Yuko Hasegawa’nın Egokaç kavramına koşut olarak Birlikte Varoluş, Kolektif Bilinç, Kolektif Zeka ve Ortak Bağımlılık başlıkları altında tartışmalar yapıldı. Bu kavramlar ancak düşünce, ifade ve yaratıcılık özgürlüğünün olduğu ülkelerde tartışılabilir ve Ortak Bellek üstüne temellenir. Ortak belleğin sanat yapıtları aracılığıyla diri tutulması, sıradan bir yaratıcılık ögesi değil, bir gerekliliktir; ortak belleğin canlandırılması, irdelenmesi, yorumlanması ve eleştirilmesinin engellenmesi ise, düpedüz sansürdür. Bu açıdan bakıldığında, Bienal açıkoturumlarında konuşulanlarla Türkiye’de olup bitenler arasında büyük bir uçurum olduğu söylenebilir; ya da Bienal açıkoturumlarında konuşulanların kimseyi etkilemediği, söylenebilir.
Birlikte Varoluş oturumunda Yasuo Kobayashi’nin Doğu alçak gönüllülüğüyle, Hans Ulrich Obrist’in Batı çokbilmişliğiyle yaptığı konuşmalar dikkati çekti. Kobayashi konuyu insanın kendi içine doğru yolculuğuna ve doğayla barışıklığına bağlarken, Obrist birçok bilgin ve kuramcının adını art arda dizerek, farklı kuramlar ve pratikler arasında ilişki kurma projelerine değindi. “İçinde yaşadığımız bu dünya nedir?” gibi basit bir sorudan başlayıp, faklı coğrafyadan, farklı kültürlerden gelen insanların hangi koşullarda birlikte varolacağı sorusuna, diyalektik bir varoluş ya da bütünün küçük bir parçası olmayı kabul eden bir varoluş gibi, iki uçtan yanıtlar verildi. Bu bağlamda, Türkiye’de bu iki türden bir birlikte varoluş söz konusu mudur, diye sorulabilirdi; yanıt ikisinden de biraz var, ama yeterince değil, olabilirdi. Geçmişte birlikte var olmayı öngörmeyen bir toplumun günümüzde birlikte var olmaya karar vermesi için, önce geçmişiyle açık seçik bir hesaplaşmaya girmesi gerekmiyor mu?
Kolektif Bilinç oturumunda 11. Documenta Kassel’in küratörü Okwui Enwezor, New York faciasından sonra kolektif bilincin yeniden bilgi ve duyarlılıkla doldurulması gereken boş bir defter olduğunu ve dünyanın yeni bir epistemolojik kopuşa girdiğini belirtti. Diğer konuşmacılar, Egokaç kavramına göre, genel olarak insanın egosundan kaçmasının olanaksızlığını vurguladılar; süper-ego yerine, açımlanmış ve evrenle barışık bir egonun yapıcı olduğunda birleştiler. Tarihçi Reha Çamurdan’ın “şahane benlerimizi zar kadar ince hale gelene kadar inceltmek” düşüncesi, her ne kadar uygulaması güçse de kaçınılmaz bir yeni ben bilgisinin temeli gibi göründü. Bu boş defter ve yeni ben, Türkiye insanının -bilinçli ya da bilinçsiz– arayıp da bulamadığı şeyler... Açımlanmış ve evrenle barışık bir ego, bu iki işi gerçekleştirmek için tek çıkar yol gibi görünüyorsa da, dünya ağır bir sınavdan geçerken, bu denli idealist olmak da bir çıkar yol gibi görünmüyor...
Ortak Bağımlılık konulu açık oturum Uluslararası Eleştirmenler Derneği (AICA) tarafından düzenlenmişti. 4000 üyesi olan AICA’nın Türkiye şubesi 90’lı yıllarda Ankara’lı ressamlar tarafından kurulmuştu, ancak çok uzun süredir bu dernek varlık göstermiyor, dolayısıyla Türkiye’deki sanat tarihçileri ve eleştirmenler AICA’nın olanaklarından yararlanamıyor. Açıkoturumun konusu gündeme ancak bu denli uyabilirdi; 11 Eylül ve sonrasına bu açıdan bakınca sonsuz çeşitlilikte ortak bağımlılıklar ortaya saçılıyor...
Kanımca, ortaklık ve bağımlılık egonun zorlandığı alanlar. Bağımlılığın inanç, umut, güven gibi olumlu, düşkünlük, tiryakilik, bel bağlama gibi olumsuz anlamları var... Bağımlılığın siyasal ucu bizi kolonileşmeye ve kendi kendimizi kolonize etmeye kadar götürür. Ortak bağımlılığın olumsuzlukları uluslararası sanat ortamında da geçerli olursa, siyasette ve ekonomide yaşadığımız ürkütücü ve yıkıcı durumların benzerleri ortaya çıkar. Bağımlılığın zıt anlamı olan bağımsızlık hiç vazgeçemeyeceğimiz özgürlüğü işaret ederken, aynı zamanda bir tarafsızlığı ve ilgisizliği de işaret edebilir - dünyada bağımsızlığı sınırlayan açlık, yoksulluk, bireysel şiddet, çevre felaketleri gibi gerçeklere karşın sınırsız bağımsızlık istemek gibi... Tarafsızlık/ilgisizlik yaratıcılığı ve sanat ortamındaki ortak enerjiyi söndürür.
Dünyayı küresel ekonominin vurdumduymazlığına ve bencilliğine karşı uyaran, Seattle ve Cenova olaylarıyla tırmanmaya başlayan heterojen muhalefet ve şimdilik New York faciasıyla noktalanan kanlı muhalefet sürecinin içindeyiz. Bu sempozyumda bu duruma epistemolojik alanda paradigma değişikliği ya da önümüze açılmış, içini yeni bilgi ve bilinçle doldurmamız gereken boş defter, dendi.
Burada iki şeyi itiraf edebilir miyiz? Dünyayı sarsan olaylar, 6000 kişinin ölümüne neden olan bir facia olsa da olaylar karşısında edilgen kalmayı yeğliyoruz ve her ne kadar kendi irademizle olmadığı çok açıksa da, bir paradigma değişikliği içinde olmaktan haz duyuyoruz… Çünkü, olursa olsun, yeni birşeye başlamak istiyoruz; çünkü geçmişi çözümlenemeyecek kadar karmaşık bir duruma getirdik. Gerçekte, birinci, ikinci, üçüncü, dünya insanları arasında 20.yy başından bu yana var olabilen olumlu ortak bağımlılık çeşitli sınavlardan geçti. Ne ki, kapağını kapadığımız/kapamaya çalıştığımız defterde bu sınavların olumsuz sonuçları da var. Bu sonuçlar bizi ürküttüğü için defteri kapayıp kaldırmaya çalışıyor olmayalım?
Birincisindeki edilgenliğimizle ikincisindeki etkinlik isteğimiz bir ikilem oluşturuyor. Bu ikilemle başedip, sözkonusu önümüze açılan defteri doldurmaya kalkıştığımızda düşünce ve davranış arasındaki ortak bağımlılığı unutmayarak doldurmalı; düşünce platformlarında ortak kavramlar, düşünce, yaratıcılık, bilinçten söz ettikten sonra, sanatı uygulama ve yaymada ortak amaçlar/hedefler, ortak projeler üretip, ortak zaferler kazanmaya hazır olarak, doldurmalı; siyaset ve ekonomide gerçekleşmesinden umudu kestiğimiz bir paylaşımcılığı/katılımcılığı uygulamaya hazır olarak doldurmalı…
Küresellik sürecindeki yaşamın metaforları olan bienallerdeki ikilemleri de itiraf etmek zorundayız; sanat gereğinden çok pazara ve disneylandizme bağımlı bir görüntüdedir. Pazara, koleksiyonculara ve kurumlara olan sağlıksız bağımlılıkla sanat belleğine, ölçütlerine, genel ahlaka olan cılız bağımlılık çatışmaktadır.
Bienaller ortak bağımlılık platformları olarak biçimlenmektedir. Kanımca en olumlu ortak bağımlılık büyük sergilere katılan sanatçıların yapıtlarının ve bu yapıtların kavramlarının yan yana dizilmesinden oluşan metaforik ortak bağımlılıktır. Adorno’nun Holocaust’tan sonra söylediklerini başka bir biçimde yinelemek zorundayız: Bundan böyle nasıl bir ortak bağımlılık ya da sanat sunulacaktır, izleyiciye?